‘Zarê serê çîyan!..’

Ahmet KAHRAMAN yazdı —

  • Kuzey batı Kürdistan (Serhat) Kürtçesinde, çocuklara “zaru“ deniyor. Sevecen söylemle, “zaruk...“

 

Eski kuşaklar bu söylemden yola çıkarak, son kuşak Kürt savaşçılarına gerilla değil, “zarê serê çîyan“ (dağ başındaki çocuklar“ diyorlar.

Ve Serhat’ta, genç kadın ve “azıv“ kızlar, 1980’lere kadar “berivan“lık işlerinin giderek azalmaya başladığı yaz sonlarında, anneleri, ninelerinden kalma geleneksel alışkanlıkla, “tevn û teşî“ye başlıyorlardı. Kimileri “tevn“ (dokuma tezgahı) hazırlayıp halı, rengarenk kilimler dokumaya girişiyor, ağırlıklı olarak genç kızlar da “teşî“ye (yün eğirme) el atıyor, yorulmak bilmeyen humalı bir çabayla, tiftik, yün çoraplar örüyorlardı.

Bu örgüler, evlenecek genç kızın çeyizi olarak istifleniyor, düğünden sonra “xwendî“ denilen çağrılılara armağan ediliyordu.

1990’lara gelindiğinde, artık düğün çağrılılarına armağan sunma olayı da giderek tavsamaya başlamıştı. Ama, buna rağmen çorap örme işi katlanarak büyümüştü. Hemem hemen her kadının ve “azıv“ genç kızın elinde “penc cağ“, humalı bir şekilde, çorap örüyordu.

Fakat bu kez çeyizlik değildi, bu çoraplar. Kışların zorlu geçtiği Serhet’te, “zarê serê çîyan“ içindi.

“Yazıktır, zarukê serê çiya üşümesin!..“

Bu anekdotu, şunun için anlattım:

Aptal, ahmak ve “benamûs“lar, “Kürt yarası“ olmadığına dair kendi halkını kandırıp inandırmak için, “dağdaki çocuklar“ı kendi halkından kopuk, rastgele sağa sola ateş eden terörist olarak gösteriyorlardı.

Oysa, onlar Kürtlerin “zaruk“larıydı. Kimi anne ve babalar “namus ve haysiyet için“ diyerek, düğününe hazırlar gibi dağa yolcu etmişti. Ama orada unutulmadılar. Gerektiğinde destek önleri, artlarındaydı. Karlı kış aylarında giymeleri gereken yün çoraplar bile halkın kaygısıydı.

Çünkü, Kürdistan işgal, zengini, yoksulu, işsizi, çalışanı, çobanı, gavanı, geniş topraklı, hiç topraklısıyla, ayırımsız tüm Kürtlerin en başta yaşama hakkı, konuştuğu dil, diliyle ibadetiyle tekmil hak özgürlükleri ayaklar altındaydı.

Türk rejiminde hayvan hakları tartışma konusu, ama Kürt’ün yaşama hakkı da yoktu. Kürt öldürmek, kuş avlamakla, katliam sinekle mücadele ile eşdeğerdi. Yangın, yıkım ve talan Türk’e haktı.

O nedenle, bu barbarlığa başkaldırı umut ateşiydi. Yoksul veya varlıklı her Kürt, kendini bu ateşi harlamakla görevli sayıyor, hiç bir şey yapamazsa savaşanlara bir tas su veriyordu. Çünkü Kürt için gün, namus günüydü.

Öte yandan, dünyadan ve de insanlıktan kopuk bu cahil-cühelaya anlatmak gerek:

Başkaldıranlarına sahip çıkmak, Kürtlerin icadı ve onlara has bir insanlık tutumu değil. Sülale boyu bir efendi bulup tapınmış, diktatörlere biat etmiş ve biat ruhu genlerine işlemiş olanların anlaması mümkün değil. Ancak, yer yüzünün bütün ulusal kurtuluş hareketleri, hayatını adayanların eylemidir. Ama geride duran halk kitlesinin desteğiyle yürüyen...

Ve her hareket, kendi tarihinden etkilenip motive oluyor.

O nedenle, Kürt fedailerinin etkilenip motive oldukları başlıca olgu ve olay da Şeyh Ubeydullah Nehri’den beri, kendi tarihleridir.

Ortalık ise barbarizmin kanlı arenasıdır. Kürtlerin deyimiyle “anaların, bebeklerini ağırlık görüp attığı“ bir dehşet ve vahşet...

Kürtler iki yüzyıldır, barbarlara kaptırdıkları yakınlarının yasını tutuyor.

Bu yüzden, onlara başkaldıran herkes destek gördü.

1984 yılında, Şeyh Ubeydullah’ın 100 yıl önce çiğnediği topraklarda, ilk silah patladığında, bütün sınıf ve katmanların bakışı o yana kaydı. Belli bir bekleme, dinleme, gözetleme zaman diliminden sonra, onların ne düşündükleri veya programlarının ne olduğuna bakmaksızın destek verip arka çıkmaya, gönüldaş olmaya başladılar. Hareket böyle büyüdü.

Bir bölükle ortaya çıkan gerilla ordulaştı.

Ama Türk ırkçılık ve dinciliği, sebeplerden yola çıkarak, insani bir çözüm arayacağına topyekün savaşla sorunu çözüyor. Faşist rejimin seçilmiş şefi, kendi halkına salgın hastalık hakkında yalanlar sıralarken, birden bire çark ediyor, “18 tane terörist (Kürt) öldürdük“ diye övünüyordu.

Aynı şef (Recep T Erdoğan) rejimi iki yılı aşkın zamandan beri Amed şehrinin HDP binasını kuşatma altında tutuyor. Tehditle esir veya üç kuruşa satın aldığı bir takım insanları, “çocuğu dağa kaçırılmışların ana ve babaları“ diye, binanın kapısında kurduğu çadırda besliyor, gece polis barınağında yatırıp “çocuklarımız geri ver HDP“ diye bağırttılarak binaya giren, çıkana saldırtılıyor, Türk medyasında seyrlik ediliyorlar.

Fedakar Kürt halkı, üç kuruş karşılığında düşürülmüş bu ulusal onur fukaralarını tiksinerek seyrediyor.

Oysa kimsenin kimseyi, zorla tuttuğu yok. Gerillaya katılan, ama ailelerin ısrarlı karşı çıkışı yüzünden, geri gelen sayısız genç var. Bunar da öyle olabilirdi. Ama bunlar, üç kuruşa satın alınmayı beklediler. Her ulusal onur yoksunu gibi bunlar da, kendilerini satışa çıkardılar. Kürt mücadelesini kriminalize etmede malzeme şimdilik onlar. Tıpkı milletvekilliği, bakanlık veya eline kalem verilmiş AKP Kürtleri gibi, işe yaradıkları sürece kullanılacaklar.

Ama olan onlara olacak. Yüzlerine tükürülmekten, yüzsüz kalmış bu çürümüşler, artık tükürülesi yüz bile değil...

Her neyse, kimse moralini bozmasın. Bir savaştır, bu. Savaşta düşman düşmanlığını, “benamûs“ da, onursuzluğunu yapacaktır. Bu normal. Ama “zarê sere çîyan“ kavi ve Kürt kervanı kendini yenileyerek yürüyor mu, siz ona bakın!..

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.