Alacakaranlıkta yol bulmak

Hatice ERGÜN Haberleri —

  • İstisnai bir baskı döneminden geçtiğimizin farkındayız—tek değil, ilk değil, ama kendi kendini tanımlamasıyla ve kullandığı şiddet araçları ve şiddetin yoğunluğuyla istisnai. Yenilik talepleri ve/ya da iddiaları gelişigüzel kullanımla aynılaşırken feminist politika yine yeniden farkını gösteriyor. Basit, gündelik olandan yola çıkıyor, gerçekçi politik izleklerde olduğu gibi.

Tam bir alacakaranlık kuşağına yazılmış kara mizah senaryosu; dil kötü, içerik kötü, karakterler birbirinden sahte ve tam da o düzeyde sahtelik nedeniyle çok gerçek. Döndüre döndüre aynı tema, döndüre döndüre aynı hikaye örgüsü – hoş, hikaye de yok ortalıkta: Benjamin’in faşist an’ları tanımlarken bahsettiği hikayesizlik, Arendt’in totaliter dönemleri anlatırken işaret ettiği anlatısızlıkla yitirdiğimiz anlamları çağrıştırması pek muhtemel yavanlık, ağırlık, sasılık. Mevcut siyasal alanı ve ilişkilenmeleri bu şekilde anlatmak bir yandan akıl sağlığımızı korumak açısından işlevsel, öte yandan, nafile. Zira, siyaset en basit tanımında birarada yaşarken kaynakları nasıl bölüşeceğimize karar verme süreciyse sayısal çoğunluk olarak fena battık; sayısal azınlıklar aldı başını gidiyor.

Soğanın kilosuyla yarıştığımız, patates alırken tuhaflaştığımız, meyveleri sayarak almaya meylettiğimiz bir dönemdeyiz. Her türlü et fiyatından, veganlığa meyleden bir vejetaryen olarak bahsetmeyeceğim. Ama litresi 60 TL civarında seyreden badem sütünden de içmeyeceğim. Depremden çıkamadığımız şu zamanlarda patates-soğan fiyatları bile lüks konuya kaçarken veganlığın aslında ne kadar basit, ne kadar ucuz ve sade bir yaşama biçimi olabileceğini, olduğunu, bu topraklarda nasıl olup da tersyüz edildiğini kendime bile anlatamayacağım.

Birbirimizden ne kadar çıkarırsak nafile hırsımızı insan olmayan bütün canlardan ziyadesiyle çıkardığımız bir çağda, birbirimizi de insan-dışı kılarak acımasızlığımızı katlıyoruz. Hangisi daha kötü derseniz benim yanıtım bir süredir hazır; sizce?  

Bazı adamlar çıkıyor, kendileri gibi cinsel ilişkiye girmeyenleri ama öncelikle erkekleri sapkınlıkla tanımlıyor. Daha doğrusu, kendilerinin cinsel ilişki tercihlerinin kamusal temsiline uymayan erkekleri. Malûm, mahrem alanda ne olup bittiğini mahrem dışılar bilmez; bilinmemesi makuldür—tabii, özneler doğrudan açık etmedikçe. Burada da Arendt yine diyor: Bir kimlikle ezilmeye çağrılıyorsun tabii ki o kimlikle ezilmeye direnirsin. Tam da o nedenle, ister Soylu tepinsin, bu erkekler evlenmek isterler birbirleriyle, Altılı Masa bunların nikâh masasıdır, diye; ister Erdoğan, artık ziyadesiyle dönmeyen diliyle ‘LGBT’ci’ gibi bir terimi piyasasına sürsün ve bunun karşısından damardan fallik bilinçaltını devreye sokup ‘dimdik’ durmaktan bahsetsin, ister Akşener ‘elinin terörist eline değmediğini’ kesinlesin ve/ya da bu memlekette erkeklerin erkeklerle evlenmek istemediği bilgisini nev’i şahsına bilgi kaydından çıkarsın, siyaset böylesine erkekliğe keserken biz feministler kalitesiz kara mizahın öyle ya da böyle son bulacağını inatla umacağız.

İstisnai bir baskı döneminden geçtiğimizin farkındayız—tek değil, ilk değil, ama kendi kendini tanımlamasıyla ve kullandığı şiddet araçları ve şiddetin yoğunluğuyla istisnai. Yenilik talepleri ve/ya da iddiaları gelişigüzel kullanımla aynılaşırken feminist politika yine yeniden farkını gösteriyor. Basit, gündelik olandan yola çıkıyor, gerçekçi politik izleklerde olduğu gibi. Kimsenin sırtını sıvazlamadan, cebine takılmadan, fiziksel ve/ya da sembolik şiddetten uzak durarak eşitlik arayışı bir süredir Türkiye’de toplumsal ve siyasal özgürlük taleplerinin merkezinde duruyor—feminist taleplerin.

O nedenle, Soylu’nun, Bozdağ’ın, Erdoğan’ın, Akşener’in eril retoriklerinde, Kılıçdaroğlu ve ‘yiğitlerinin’ fotoğraflarında artan düzeyde erkek görünürlüğünü deneyimlerken feminist politika nefes almayı sağlıyor—her erkek sesinden gürleyerek akan vatan/millet/halk/bayrak/devlet/lider sevgisine inat feminist sevgi, alacakaranlığa gelişigüzel tutturulmuş (kara) mizahın dışında aklımıza sahip çıkmamızda önemli bir rol oynuyor:

Gerçek sevginin tanıma ve kabul etmeden köklendiğini, sevginin onaylamayı, özeni, sorumluluğu, bağlılığı ve bilgiyi birleştirdiğini kabul ettiğimizde adalet olmadan sevgi de olamayacağını anlarız. Bu farkındalık sevginin bizi dönüştürme gücüne sahip olduğu ve tahakküme karşı durmamız için güç verdiğini anlarız. Feminist politikayı seçmek sevgiyi seçmektir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.