Denizler ve Sırrı’nın sırrı
Suat BOZKUŞ yazdı —
- 68 kuşağının hazin tasfiye ortamında oluşan 78 kuşağının bir temsilcisiydi Sırrı. Ama cenazesinde ortaya çıkan esas gerçek, barışçı kimliği oldu. Meydanlara sığmayan kitlelerin gerçek özlemi barış istemleriydi.
- İnsan içinde yaşadığı coğrafya ve doğa ile birlikte, bir parçası olduğu toplum ve tarihi ile birlikte insandır. Yoksa tek başına insanın doğadaki herhangi bir varlık kadar bir anlamı olur.
DEM Parti’li siyasetçi Sırrı Süreyya Önder’in vefatı ve cenaze töreni birçok gerçeği gözler önüne serdi. Sırrı’nın çok renkli devrimci, sanatçı, yazar ve siyasetçi kimliğiyle oluşan kişiliği toplumun her kesiminde bir sempati toplamıştı. Çok farklı kesimlerden, siyasetlerden tanıdıkları ve dostları olması basit bir olay değildi. 68 kuşağının hazin tasfiye ortamında oluşan 78 kuşağının bir temsilcisiydi. Ama cenazesinde ortaya çıkan esas gerçek, barışçı kimliği oldu. Meydanlara sığmayan kitlelerin gerçek özlemi barış istemleriydi.
Hem 2011-15 yıllarında hem de son diyalog sürecinde DEM Parti vekili olarak İmralı heyetlerinde yer alması, O’nu toplumun gözünde ve önünde etkili bir sembol haline getirmişti. Birçokları halkların derdine derman olmak için parmağını bile kıpırdatmaz iken, O barış elçisi bir devrimci olarak sadece parmağını ve elini değil, bütün vücudunu taşın altına koydu. Hepimizin bildiği gibi böylesi kritik dönemlerde siyasi görevlerin yerine getirilebilmesi için şahsi sorunlar hep ertelenir. Sırrı da bilinen kalp rahatsızlığının tedavisini hep ertelemişti. Ama yorgun kalbi bu tempoya daha fazla dayanamadı. O barış mücadelesinin şehidi oldu. O’nu yitirmiş olmanın derin üzüntüsü, O’nun tamamlayamadığı görevlerimizi unutmaya yol açmamalı. Tam tersine daha güçlü inançla ve O’nun yükünü de omuzlayıp yokluğunu telafi etmek gerekiyor.
Çetin Altan yaşamının son günlerinde hüzünle “Çocuklarımıza bırakmak istediğimiz ülke bu değildi” demişti. Sırrı da çocuklarına villalar, arsalar, dolu kasalar değil barış içinde bütün farklılıkların özgürce yaşayabilecekleri bir ülke bırakmak istemişti.
Ulusal, dinsel, sosyal farklılıklar içinde parçalanmış olan halklarımızın eşit ve özgür olarak birlikte, barış içinde yaşaması mümkün müdür?
Bu soruya “evet, mümkündür ve en iyisidir. Hatta zorunludur” diyenlerin, bu uğurda inançla mücadele verenlerin içinde ve başında olan Sırrı Süreyya Önder’i kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyiz. Ama kuru kuruya üzülmekle bir şey olmaz. Ah vah etmek yerine “Sırrıların” canla başla yürüttüğü “Barış ve Demokratik Toplum Mücadelesi”ne sahip çıkmak ve başarıya ulaştırmak gerekiyor.
İnsan içinde yaşadığı coğrafya ve doğa ile birlikte, bir parçası olduğu toplum ve tarihi ile birlikte insandır. Yoksa tek başına insanın doğadaki herhangi bir varlık kadar bir anlamı olur.
Gezi direnişinde direnirken “Sana ne, sen işine git” diyen polis şeflerine “Ben bu ağaçların da vekiliyim” diyerek dozerin kepçesine atlayıp dozeri durdurması, ağaçların yaşam hakkını da savunması unutulmayacaktır.
“Bitkilerin de bir canı ve dili vardır” diyen bilim insanları, ormancılar, ziraatçılar gitse de Gezi parkındaki ağaçlara sorsalar. Herhalde onlar da Sırrı için ağlamıştır. “Yaş kesen baş keser” diyen bir halkın çocukları olarak Sırrı’yı mücadelemizde yaşatmak hepimizin görevi olmalıdır.
Cumartesi Anneleri’nden atık işçilerine kadar her kesimle kader birliği yapan Sırrı bütün ezilenlerin acısını içinde hisseden ve onlar için, onlarla birlikte mücadele eden bir devrimciydi.
68 kuşağının atılımı zirvede iken bir ODTÜ öğrencisi olarak Ankara’ya gelmiştim. Cezaevi nakli esnasında jandarmanın elinden kurtulan Deniz Gezmiş ODTÜ yurtlarında barınıyordu. Meşhur 1. yurt 201-202 no.lu odalar onlara aitti. ODTÜ yurtlarında DEV-GENÇ-Sosyalist Fikir Kulübü (SFK)’nün okuma odaları vardı. Küçük bir kütüphane niteliğindeki bu odalarda akşamları gelen gidene kitaplar verilir ve sohbetler edilirdi. SFK üyeleri nöbet tutardı. Benim nöbetim sırasında bir iki defa Deniz de arkadaşlarıyla birlikte geldi. Kendi aralarında yüksek sesle tartışıyorlardı. Aklımda kaldığı kadarıyla Küba, Kastro, banka gibi konular geçmekle birlikte benim gibi yeni gelmiş birisi için çok anlaşılır konular değildi. Sonradan anlaşıldı ki, Deniz ve arkadaşları THKO’nun kuruluş çalışmalarına başlamıştı. Kısa bir süre sonra Amerikalı askerlerin kaçırılmasından sonra THKO’nun kuruluşu ilan edildi. 5 Mart 1971’de ODTÜ kapatıldı. 12 Mart muhtırasıyla Türkiye’de faşist dikta dönemi başladı. Sonra Denizler Nurhak istikametine giderken, Şarkışla’da yakalandı. Sinanlar Nurhak’ta vurulup şehit edildi. Kısa süren göstermelik sıkıyönetim mahkemeleriyle idam cezaları verildi. İdamları engellemek için İngiliz askerlerini kaçırıp rehin alan Mahirler ise Kızıldere’de topa tutuldu.
Önder kadroların çoğu ya zindanda ya da firardaydı. THKO üyeleri THY uçağını kaçırıp yolcuları rehin alarak idamları durdurmak istemişti. Okulda kalan bizler ise Emil Galip Sandalcı, Altan Öymen gibi bazı aydınların başlattığı idamlara karşı imza kampanyasına katılmıştık.
Bütün bu çabalarımız yetersiz kaldı. TBMM’deki şiddetli tartışmalardan sonra idam cezaları onaylanıp 6 Mayıs’ta infaz edildi. Böylece 6 Mayıs halklarımızın tarihine en kara günlerden birisi olarak yazıldı.
Denizleri ve tüm şehitlerimizi saygıyla anıyorum.