Ahlaki çöküş
Cihan DENİZ yazdı —
- Hayal edilemeyecek zenginliklerin dünyasına maruz kalan ama aynı zamanda inanılmaz bir yoksulluğa mahkum edilmiş, iktidarın ideolojik saldırıları ile kimliğini belirleyen değerlere yabancılaşmış bir toplum yaratılmak istenmektedir.
İnsanlık ezenler ve ezilenler olarak iki kampa bölündüğü günden beri ahlak ve ahlaki normlar, ezenler ile ezilenler arasında bir savaş alanıdır.
Bir yanda toplum içindeki sömürü ve tahakküm ilişkilerini meşrulaştırmak, onları ezilenler için kabul edilebilir kılmak adına binlerce yıldır ezenlerin geliştirerek topluma dayattığı ahlak ve ahlaki normlar vardır. Diğer yanda ise bu sömürü ve tahakküme karşı toplumun direnişinin normları olarak da adlandırabileceğimiz ezilenlerin ahlaki vardır.
Birincisi mevut sömürü ve tahakküm ilişkilerinin devamını amaçlarken, ikincisinin hedefi ise özgürleşmedir.
Tam da bu nedenle doğaları gereği birbirini dışlayan bu iki ahlak anlayışı tüm tarih boyunca birbirleriyle savaş halindedir. Ezenler, ezilenlerin direnişini, başka bir dünyanın mümkün olabileceğine dönük hayallerini yıkmak için kendi normlarını ezilenlere dayatırken, ezilenler de toplumsallıklarını bir arada tutan değerlerini savunmak adına direnmektedirler. Bundan dolayı da, iki ahlak anlayışı arasındaki bu savaş, bu alanda elde edilecek zafer gerçek fiziki karşı karşıya gelişlerde elde edilecek zaferden daha belirleyici olduğundan, ezenler ile ezilenler arasındaki mücadelenin en keskin yaşandığı alandır.
Özellikle kapitalizmle beraber bu mücadele daha da keskinleşmiş ve karmaşıklaşmıştır.
Kapitalizm bir yandan ezilenlere bireyselliği, bireysel kurtuluşu dayatıp, kendisi için en büyük tehlike olarak gördüğü toplumsal dayanışma, kolektif düşünme ve hareket etme gibi değerlerin altını oymayı hedeflemektedir. Toplumsal özgürleşme yerine ezilenlere “gemisini kurtaran kaptan” anlayışını vaaz etmektedir. Diğer yandan ise özünde tahakküm ilişkilerine dönük bir başkaldırı olan dinlerin özünü bozarak ezilenlere maruz kaldıkları baskı ve sömürü düzeninin değişmez kaderleri olduğu, buna karşı yapabilecekleri tek şeyin sabredip öteki dünyayı beklemek olduğunu söylemektedir.
Geçerken belirtelim ki, iki ahlak arasındaki mücadelenin keskinliğini ve nasıl işlediğini görmek ve anlamak açısından 12 Eylül faşist darbesi sonrasında Diyarbakır Cezaevi’nde Esat Oktay ve benzerlerinin en temel hedefinin mahpusları bir arada tutan ahlaki değerler, en başta da komün anlayışı olduğunu hatırlamak öğretici olacaktır. Onlar Diyarbakır Cezaevi’nde mahpuslar arasındaki en temel insani değerleri çözerlerse ve mahpuslar arasındaki birlik ve dayanışma duygusunu ortadan kaldırırlarsa direnişi de bitirebileceklerini, diğer bir ifade ile kendi anlayışlarının ezilenlerin ahlakı karşısında üstün gelmesi durumunda fiziksel olarak da mahpusları dize getirebileceklerini gayet iyi biliyorlardı. Belki de gerçekten de öyle olacaktı, eğer bu değerler direnen mahpusların kanı ile sulanıp yeniden yeşertilmeseydi.
Tekrar konumuza dönecek olursak, kapitalizmin geldiği nokta itibarıyla, özellikle de iletişim araçlarındaki gelişmelerin sonucu olarak, ezenlerin elindeki ideolojik aygıtların geçişle kıyaslanmayacak derecede bireyin yaşamının en ince noktasına kadar girmesiyle beraber, bu dayatmanın toplumsal ve bireysel ölçekte ciddi kırılmalar, toplumsal ilişkilerde ciddi çürümeler yarattığı açıktır.
Özellikle de buna ekonomik bir kriz, yoksullaşma eşlik ederse, ezilenler cephesindeki ahlaki çürüme daha da derinleşecektir.
Bugün tüm bir toplum olarak yüz yüze olduğumuz tehlike tam olarak budur.
Bir yanda hayal edilemeyecek zenginliklerin dünyasına maruz kalan ama aynı zamanda inanılmaz bir yoksulluğa mahkum edilmiş, iktidarın ideolojik saldırıları ile kimliğini belirleyen değerlere yabancılaşmış bir toplum yaratılmak istenmektedir.
Ve bunlar tam da Kürtler başta olmak üzere coğrafyanın tüm halkları açısından çok önemli bir tarihsel süreçten geçilirken yaşanmaktadır. Böylesi önemli bir süreçte ezilenlere bir kez daha toplumsal özgürlük yerine bireysel kurtuluş dayatılmaktadır.
Bununla beraber, hedefi aynı olsa da, yani bizzat varlığımıza yönelmiş olsa da, bu saldırıyı, Diyarbakır Zindanı’ndaki ve benzeri sayısız örnek ve dönemde olduğu gibi açık ve çıplak şiddet içermediğinden, belki de yeterince fark edemiyoruz, yeterince önemsemiyoruz, gerekli tepkileri göstermiyor ve önemleri alamıyoruz.
Abdullah Öcalan, gençlerin Avrupa’ya gitmesine dönük eleştiriler getirip “Avrupa’dansa burayı, yani İmralı’yı tercih ederim. Çok açık söylüyorum; kendi topraklarına, kendi kültürlerine karşı borçlarını ödemeliler. Ben onları buna teşvik ediyorum” çıkışını yapması, tam bu bireysel kurtuluş dayatmasına bir tepki ve tüm demokratik siyaset alanına bu ahlaki gerilemeye karşı gerekli önlemleri alma çağrısıdır.
Evet, kim olursak olalım, hepimiz bu topraklara, bizi biz yapan değerlere borçluyuz.
Bundan dolayı da, Abdullah Öcalan’ın bu çağrısı, eğer gerçekten bu borcumuzu ödemek istiyorsak ve aynı şekilde başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyorsak ve bunu uzak bir gelecekte değil, bugün ve burada kurabileceğimizi düşünüyorsak, bu hepimiz için ertelenemez acillikte bir görevdir.
