Çıplak gerçeğe karşı

Hatice ERGÜN Haberleri —

  • Özgürlük için sınırları aşan eylemlere durmak ve inatla devam etmek, mekâna ve zamana hükmetmeye çıkan despotların korkulu rüyasıdır. Türkiye’nin despotlarını karabasanlara boğmanın zamanı gelmedi mi?
  • 17 Mart: Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi TBMM’de onaylandı.
  • 21 Mart: Ömer Faruk Gergerlioğlu pijamasıyla, terliğiyle, 100’e yakın polisin zoruyla – aslında buna gerek olmadan – TBMM’den çıkarıldı.
  • 17 Mart: Cumhuriyet Başsavcılığı HDP’nin kapatılması için başvurusunu yaptı. Dosyada, siyasetten men edilmesi önerilen 687 kişinin yaklaşık yüzde 2.8’i kadınlar.
  • 20 Mart: Gezi Parkı’nın mülkiyeti İBB’den Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na devredildi. 
  • Devir, Kültür ve Turizm Bakanlığı Vakıflar Genel Müdürlüğü kararıyla gerçekleştirildi.
  • İnternet taramalarında içerisinde Beyazıd/Beyazıt geçen farklı adlarda karşımıza çıkan vakıflarla ilgili haberler dışında böyle bir vakıf hakkında bilgiye henüz erişilemiyor.l 20 Mart: Gece yarısı Resmî Gazete’de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiği duyuruldu.
  • 20 Mart: Sabah Türkiye genelinde feminist hareket sesini yükseltti; devam ediyor, devam edecek.
  • 20 Mart: Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Şenyayla bölgesi Muş’a bağlandı (Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi)
  • 21 Mart: Newroz kutlandı. Hakların kardeşliği amacıyla yola çıkanlar ve devam edenler Newroz ateşiyle inadına yaşama, özgürlüğe, dayanışmaya, neşeye bağlandılar; böyle devam edecekler.

Türkiye’de geçen birkaç gün boyunca yaşananlar, 1990’larda ağırlıklı olarak Kürt illerinde, Kürt siyasetçilerin ve aktivistlerin karşı karşıya kaldıkları ulusal ve yerel emniyet güçlerince uygulanan şiddet ve devletin diğer birimlerinden gelen baskılar Türkiye geneline yayılıyor ve muhalif grupların ve oluşumların hemen hepsini hedefliyor. Şiddetin, baskının, keyfi uygulamaların apaçıklığı tariflenmeyi reddediyor; açıklanmayı neredeyse imkânsızlaştırıyor; anlatıyı nafile kılıyor. Bugüne dair anlatıların nafile olduğu anlar, Benjamin’den doğru okuduğumuzda, “tecrübenin değersizleşmesi”nde sabittir: “Bir gazeteye her baktığımızda [tecrübenin] biraz daha gözden düştüğünü; salt dış dünyanın değil ahlâk dünyasının da bir gecede daha önce ihtimal verilmeyen ölçüde değiştiğini görüyoruz. … taktik savaşta edinilen stratejik deneyim tecrübeye hiç bu kadar zıt düşmemiş, ekonomik alanda enflasyon hiç bu kadar zorlayıcı olmamış, mekanik savaş bedensel deneyimle hiç bu kadar çelişmemiş ve iktidar sahipleri ahlâki tecrübeyle hiç bu kadar çatışmamıştır.” Arendt’den doğru okuduğumuzda böyle anlar, yaşananların salt olup bitenler olarak kalmasına, anlatıyla bilinen ve özne olmamızı sağlayan birlikte eylemliliğin özgürleştirici kapasitesinin geri çekildiği zamanlardır. Sözün, yazmanın, iletişimin, dinlemenin durduğu, anlatıyı reddeden, tıkayan, kadükleştiren çıplak gerçeğin hükmündeki anlar.

Yazmayı kendi kendine terapi yolu olarak alanlar var. Bu bakış, yazmanın can yakıcı olmasıyla ilgili ya da can yakan konular üzerine yazmakla. Tezer Özlü aklını korumak, çıldırmamak için yazarmış – “yeryüzüne dayanabilmek için”. Arendt’e göre yazmadan anlamak mümkün değil; yazmak anlama arayışı. Anlamadan yaşamak ise bezdirici, gündeliği kronolojik yaşamak makineleşmeyi beraberinde getiriyor – kronometrik yaşamayı diye ekleyebilirim. Olanı biteni kendimize anlatmak ve diğer kişilerle paylaşmak için söze dökmedikçe kendimizden menkul, atomize varlıklara dönüşüyoruz. Neoliberal kapitalist yapılarda nicedir arzulanan olma hali de böyle bir şey, otoriter ve totaliter yönetme biçimlerinde de – tüketimle, teklikle, itaatle kütlenin içinde kaynaştığı yanılsamasıyla atomlaştıklarını unutuveren insanlar, birbirleriyle farklılığı konuşamayan insanlar. Anlatmaya, açıklamaya, tartışmaya yönelen anlatılar, olan bitenle ve yaptıklarımızla etkin bir şekilde ilişkilenmemizi sağladıkları ölçüde salt itaatla, biatla, uysallığa sıkıştırılmayan bir aktörlük, öznelik, yurttaşlık pratiği açısından önemli.

Oysa, yirmi birinci yüzyılın ilk yirmi yılında dünya genelinde siyasal güç sahiplerinin izledikleri karar alma ve uygulama hattı tam da atomlaşma vasıtasıyla kütleleşmeyi, bireyleşme vasıtasıyla tekleşmeyi, anlatmak ve anlamaktan ziyade kronolojiyi, sözü arayan iletişimden ziyade saymaya dayanan kronometrik deneyim paylaşımını talep edegeldi. Türkiye’de devletin son bir haftada izlediği politikalara bakıldığında bu talep daha da dayatıcı oluyor. Alışıldık sivil muhalefet formlarını hiçe sayarak alınan kararlar ve başlatılan uygulamalar karşısında artık olmayan bir hukuk sistemine dayanarak mücadele edenler her gün yeniden kurulan parçalı yasalar topluluğuna, gittikçe müphemleşen bir devlet olgusuna, gittikçe yükselen şahsiyetçi erk odaklarına karşı duruyorlar. Alternatifi, evden çıkmamak – şahsın erki eve dayanana kadar.

Oysa, özgürlük için sınırları aşan eylemlere durmak ve inatla devam etmek, mekâna ve zamana hükmetmeye çıkan despotların korkulu rüyasıdır. Türkiye’nin despotlarını karabasanlara boğmanın zamanı gelmedi mi?

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.