Demokratik Uluslaşma süreci

Veysi SARISÖZEN yazdı —

  • Göç ulusları parçalayacak, yeni ulusları doğuracaktır. “Yerli ile göçmenlerden” meydana gelen uluslar mukadderattır. Ama binbir farklı milletten, dinden, mezhepten ve kültürden oluşacak bu ulusların oluşma maliyeti insanlığa pahalıya mal olacaktır. 
  • “Süreç içinde faşizmi” çok kuvvetli, Kurdistan’ın size sunduğu “demokratik ulus” alternatifini çok zayıf mı buluyorsunuz? O halde ya faşizme boyun eğecek, ya da demokratik uluslaşma sürecine omuz vereceksiniz.

Gelin bugün de “demokratik ulus” paradigmasını farklı bir açıdan ele alalım.

Söze şöyle başlayalım: Çağımızın en büyük ve karmaşık sorunlarından birisi kitlesel göçtür. Öyle şaka maka değil, Güney Yarımküredeki her bir ülkeden milyonluk göçlerden söz etmekteyiz.

Sorunun büyük önemi, Avrupa devletlerinin sosyal-politik, ekonomik ve kültürel krizine bakınca hemen anlaşılıyor. Hepsi bir yana bu göç tsunamisi Avrupa kıt’asında politik durumu kökten etkilemeye başladı. Macaristan’da, İtalya’da, Hollanda’da, daha başka ülkelerde neo-faşist, ırkçı hükümetler işbaşına geldi ya da benzer partiler başta Almanya olmak üzere hızla tırmanışa geçti. Birçok politikacı, bilim insanı ve gazeteci, Avrupa’nın yeni 1933 yılını yaşadığını bile söylüyor. O yıl Hitler’in iktidarı aldığı yıldır.

Kitlesel göçün en eski, henüz bilimsel olarak tartışmalı ve şaşırtıcı olanı Afrikalı “analarımız ve atalarımızın”, birkaç milyon yıl önce ekolojik nedenlerle Güney’den Kuzey’e göçüdür. Bu göç olmasaydı, belki de insanlık doğmadan yok olacaktı. İnsanlık aleminin varolmasına yol açan “göç” bugün “Batılı uygarlığı”nı tehdit eden bir olgu olarak ırkçılar tarafından lanetleniyor. Üstelik bu göçe neden olan “doğal iklim krizini”, bu defa işte bu göçten şikayet eden kapitalist modernite yaratıyor.

İşin ayrıntısını bilim insanlarına bırakalım. Günümüze gelelim. Batı dünyası 1933’ü yeniden mi yaşıyor? Bu tez henüz kanıtlanmamıştır. Çünkü yaşanan gerçek “süreç içinde faşizmdir” ve henüz faşistleşme süreci tamamlanmamıştır. Tamamlanmamış her süreç önlenebilir. “Katastrof” teorileri aşırı “iyimser”(kapitalizm kendiliğinden çökecek) ile aşırı “kötümser” (uygarlık yok olacak) teorilerin toplamıdır ve “kaderci” sonuçlara varır. Oysa yaşanan bütün sosyolojik, ekonomik, politik, kültürel, ekolojik ve teknolojik süreçlerin merkezinde, bunlara müdahale edecek olan “toplumsal insan iradesi” vardır. Bunu da “ya barbarlık ya da sosyalizm” diye ifade etmekteyiz. Yani hala yapacak işlerimiz var.

Fakat kitlesel göçün tehdit ettiği bir şeyler de var: “Uluslar”…

Türk faşistleri, aşırı “ulusalcılar” Arapların, Afganların göçü karşısında “demografik yapımız bozuluyor” diyerek, Türk ulusunun bir “beka” sorunuyla karşı karşıya kaldığını açıkça dile getirmekte. Avrupalılar ise, bu açıklıkta konuşmasalar bile benzer bir korkuyu yaşamakta. Korkularında haklıdırlar. Mevcut uluslar tehlikededir. Göç eden insan kitleleri, göç ettikleri topraklara ilk ayak bastıkları gibi kalmıyorlar. Hem kendileri o toprakların sosyo-psikolojik, sosyo-politik, sosyo-kültürel yapısı tarafından değişikliğe uğruyorlar, hem de değişikliğe uğrarken, onları değiştiren toplumu da değiştiriyorlar. Günümüz dünyasında “asimilasyon” artık tek yanlı gelişmiyor. Karşılıklı etkileşim içinde gerçekleşiyor.

Ama nasıl gerçekleşiyor? Sancılı, çelişkili, çatışmalı süreçlerin içinden çok uzun, berbat bir tarihsel yol boyunca gerçekleşiyor. Irkçılık ve onunla mücadele devletlerin politik ve hukuki yapılarını deforme ediyor. Demokrasi daralıyor, yozlaşıyor, “süreç içinde faşizme” varan tehlikelerle dolu bir durum yaşanıyor. Bunun ne kadar süreceği, ne gibi büyük patlamalara neden olacağı bilinmiyor. Gazze’de olup bitenler, Filistin topraklarından İsrail’de göçmenliğe zorlananların varlığını tehdit eden kanlı savaşlar şu anda yaşanıyor. Kürt halkının devlet zorbalığı ile Türkiye’nin Batı illerine göç ettirilmesi, sonu iç savaşa varacak bir potansiyel yaratıyor. Örnekleri siz çoğaltabilirsiniz. Daha beteri eski (kölecilik dönemine ait) ve yeni (Latin Amerika kaynaklı) göç Amerika’nın “mutlu aileler toplumunu” dinamitliyor. Her yerde şiddet, devlet ve ahali vandalizmi atbaşı birbirini tetikliyor.

En trajik sonuç, bu sayılan süreçlerin sosyalist harekete ait olması gereken sınıfsal tabanı allak bullak etmesidir. Irkçılık sınıf bilincini neredeyse yok ediyor. Bu ise, sosyalizmi kapitalist moderniteye karşı bir alternatif olmaktan çıkarma tehlikesini doğuruyor. Bu da barbarlığa götürür.

Küresel emperyalist güçler göç tsunamisiyle karşı karşıya gelirken, bölgesel emperyalistler kendi ülkelerinin “ötekilerini”, örneğin Türkiye’de Kürtleri, yoksulları, muhalif sosyalistleri, Erdoğan’ın eski dostları olan Cemaatçileri ve LGBTİ-+ bireylerini Batılı ülkelere “ihraç” ediyor; göç faşist rejimin elinde para karşılığında bir şantaj aracına dönüşüyor.

Göç, Üçüncü Dünya Savaşı’nın organik bir parçası haline getiriliyor. Sınırlar duvarlarla çevriliyor ve göçmen botları delinip, binlerce insan denize dökülüyor, karaya vuran göçmenler “toplama kamplarında” enterne ediliyor.

Böylece vaktiyle, Stefan Zweig’ın hasretle andığı “pasaportsuz” seyahat artık hayal oluyor. Sermaye özgürce dünyayı dört dönüyor ve emek kendi devletlerinde hapsediliyor.

Bu biriken patlayıcı bir maddedir. Dediğimiz gibi Batılı “uluslar” ve göç alan Türkiye, Yunanistan gibi ülkeler barut fıçısı üstünde oturuyor. Biz, vaktiyle örneğin Amerika’da birbirine düşman göçmen etnisitelerin, Fransız, İngiliz, İrlandalı göçmenlerin, beyaz göçmenlerle, zorla getirilmiş siyah “göçmenlerin” “iç savaşlarına” benzer savaşlara şahit olabiliriz. Hiç kuşkusuz bu Amerikan iç savaşlarının sonunda ortaya “ulus olmayan ulus” olarak “Amerikan ulusu” çıkmıştır. Ama ne pahasına. Üstelik kendisi “ulus olmayan” bu “ulus”, şimdi Meksika sınırına duvar çekmiş, “göç dalgasını” önlemek için her türlü insanlık dışı önlemi alıyor. Ama önleyemiyor. O duvarın arkasında ise, Amerikan toplumu Trumpların ve başka “nükleer kaçıkların” tımarhanesine kapatılmış bulunuyor.

Evet, göç ulusları parçalayacak, yeni ulusları doğuracaktır. “Yerli ile göçmenlerden” meydana gelen uluslar mukadderattır. Ama binbir farklı milletten, dinden, mezhepten ve kültürden oluşacak bu ulusların oluşma maliyeti insanlığa pahalıya mal olacaktır. Belki de bu oluşun fiyatı, kapitalizmin gittikçe derinleşen krizi ve özellikle “bölgelere sığdırılmış” dünya savaşı ile birleştiğinde insan uygarlığını çok uzun büyük ızdıraplarla dolu bir süreç içinde yok edecek olan ve ödenmesi imkansız bir bedelle yüz yüze bırakacaktır. Nükleer yok oluşla…

Ne yapmalı?  

Tahmin edebileceğiniz gibi, “demokratik ulus paradigmasına dört elle sarılmalı” diyeceğim. Der demez güleceksiniz. Birbirine düşmanlaşan ve devletlerin binbir dalevera ile onunla oyun oynadığı bu küresel sorunu bu “iki kelimelik” çözüm reçetesiyle mi çözeceksin diye beni azarlayacaksınız?

Ortada “iki kelime” yok, kendisi daha şimdiden Rojava’da ve Türkiye Kurdistanı’nda “demokratik uluslaşma sürecine” öncülük eden elli milyonluk bir Kürt halkı var. Göçmen Araplarla dolan Rojava’da Kürtler, Ermeniler, Asuriler, Êzîdîler ve Türkmenler daha şimdiden demokratik uluslaşma yoluna koyuldu. Aynı zamanda bu halk Avrupa’dadır. Durmaksızın Avrupa sokaklarını aşındırmaktadır, sesini her geçen gün daha gür sesle duyurmaktadır. Batı’nın yeniden 1933 yılına dönme tehlikesi karşısında dehşete düşen Avrupalı insanlara elini uzatmakta, “Ortak vatanımız Avrupa’da hepimiz aynı demokratik ulusun evlatları olarak birleşelim” demektedir.

“Süreç içinde faşizmi” çok kuvvetli, Kurdistan’ın size sunduğu “demokratik ulus” alternatifini çok zayıf mı buluyorsunuz? O halde ya faşizme boyun eğecek, ya da demokratik uluslaşma sürecine omuz vereceksiniz.

Ben Abdullah Öcalan’a kulak verdiğim için bu yazıyı yazdım.

İsterseniz bu yazıyı çöpe atın, ama bu defa siz bir yazı yazın.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.