Ruh devrimci, beyin gerçekçi

Veysi SARISÖZEN yazdı —

  • Önceki dil devrimci-romantikti, bugünkü dil “gerçekçi.” Sanırım bu dili “devrimci gerçekçi” dile çevirmek gerekiyor. “Yağmadan gürlemeyen” bir dile. Ruhu devrimci, beyni gerçekçi bir dile…

1967-68 yıllarını hatırlıyorum. İktidarda Süleyman Demirel var. Fikir Kulüpleri İstanbul Sekreteriyim. Bildiri üstüne bildiri yayınlıyorum. Kanunda hükümete küfretmek yasak. Ama aynı kanunda “iktidar” kelimesi yok. “İktidara” karşı ağzıma ve kalemime ne gelirse söylüyorum. Davalar açılıyor. Lakin “hükümete demedim, iktidara dedim” deyince beraat ediyorum. “Hükümete” karşı ayaklanmak yasak. “İktidara karşı ayaklanmadan” bile söz ediyorum. O zaman “demokrasi” yoktu. Ya şimdi ne var?

Demirel’i mutlaka devireceğiz. Nümayiş üstüne nümayiş yapıyoruz. Biz nümayiş yapıyoruz da Demirel oralı bile olmuyor. “İstediğiniz kadar yürüyün, yollar yürümekle eskimez” diye bize bıyık altından gülüyor.

Gerçekten de yollar yürümekle eskimiyor. Ama “eskimeli.” Ve yolların talebe pabuçlarıyla eskimediğini gören cuntacılar yolları tanklarıyla eskitmeye hazırlanıyor.

Yine hatırlıyorum: Bize “bırakın TİP’i, Filipin tipi parlamentarizme karşı asker-sivil aydın zümreyle birleşin” diyorlar. Benim aklım ise fabrikalarda. Zeytinburnu’nun dükkandan bozma bir odalık gecekondusunda yaşıyorum,  helası, çeşmesi yok. Sokağın karşısındaki çeşmede çamaşırlarımı yıkıyorum. Ama her gece, 11 vardiyasından çıkan sekiz-dokuz Bozkurt Mensucat, Emaye Taş işçisi odama geliyor. Sorular soruyor, cevaplar veriyorum. Hepsi “kıratçı.” Onlara “gelin size bir ‘kızılatçı’ şiir okuyayım diyorum ve Nazım’ın ‘atlılar atlılar kızıl atlılar’ şiirini okuyorum. İşçiler “kırattan” inip “kızıl ata” biner gibi oluyorlar.

Yaşım 18, kilom 49, bıyıksız bir “komünistim.” Bir yakından tanıdığım cuntacı talebelere bakıyorum, bir işçilere bakıyorum. Talebelikten vazgeçiyorum, Bozkurt Mensucat grevinde başı çeken ve jandarmalarla kavgaya tutuşan kadın işçilere sabahın köründe beyanname dağıtıyorum ve “devrim kışlada değil, fabrikada” diyerek Emaye Taş’da, ancak beş gün dayanabildiğim işçiliğe adım atıyorum. Fabrikadan beş günlük “proleter” olarak  çıkıp, TİP Zeytinburnu İlçe sekreteri oluyorum.

Cunta işine aklım ermediği gibi, “seçimle” Demirel’i devirmeye de aklım ermiyor. En doğrusu işçi sınıfının müttefikleriyle yapacağı “demokratik halk devrimidir” demeye başlıyorum. Aklım cuntaya da seçime de yatmıyor ama, parti disiplinine bağlıyım. Partisiz devrim olmaz diye düşünüyorum.

Parti beni Zeytinburnu’ndan çıkarıyor ve FKF’nin İstanbul Sekreterliğine “tayin” ediyor.

İşte hatırladığım zamanlar FKF’de yapıp ettiklerim. Sekreterlik kurulumda çevremizde kimler yok ki? Başta İbrahim Kaypakkaya, Hüseyin Cevahir, Necmi Demir, sonraki Mihriciler, TİKKO’cular, THKP-Cepheciler …Cuntaydı, MDD’ydi, Moskovacılıkdı, Pekincilikdi, Tiranacılıkdı, Guevaracılıkdı derken her birimiz bir yöne savuruluyoruz. Çekoslavakya işgali tüy dikiyor, TİP parçalanıyor.

Ve derken 12 Mart. “Tanklar yolları eskitiyor.” Devireceğimiz Demirel’i cunta deviriyor ve Demirel’i devirmeye soyunanları da idam ediyor, işkencede öldürüyor. Hapsediyor. Ben de bir avuç yoldaşımla birlikte “yer altına” çekiliyoruz. Yer altından tünel kazar gibi, sonunda, 1920 yılında Mustafa Suphilerin kurduğu TKP’ye varıyoruz. 1 Mayısları örgütlüyoruz, Koçlara, Sabancılara, Bankalara karşı genel grevlere gidiyoruz, bir genel grevle Devlet Güvenlik Mahkemelerini eziyoruz. Ve bu Eylül’de de TKP’nin kuruluş yıldönümünü kutluyoruz. Bizden genç kuşak geçen gün “komünist platformunu” kurduğunu ilan ediyor. Kürt Özgürlük Hareketi’yle omuz omuza.

Şimdi bakıyorum da o sıralar kimimiz cuntayla, kimimiz “öncü savaşıyla”, kimimiz “seçimle”, biz de günün birince patlayacak işçi ayaklanmasıyla devirmeye çalıştığımız Demirel, Erdoğan’ın yanında neredeyse Adam Smithvari bir liberal gibi görünüyor. O günkü “Filipin tipi Parlamento” rejimi bugünün “seçimsiz açık diktatörlüğe” giden Erdoğan rejiminin yanında, neredeyse Magna Cartacıların meclisi gibi.

Fakat yine bakıyorum bugünkü bildirilerimizin ve eylemlerimizin dili o günkü bildirilerimizin ve eylemlerimizin dilinin yanında, Avrupa solcu Parlamenterlerinin diline benziyor.

Hangi dil doğru? Türkçe dilden söz ediyorum.

İyi bir soru değil bu. Önceki dil devrimci-romantikti, bugünkü dil “gerçekçi.” Sanırım bu dili “devrimci gerçekçi” dile çevirmek gerekiyor.

“Yağmadan gürlemeyen” bir dile. Ruhu devrimci, beyni gerçekçi bir dile…

Yanılmıyorsam Başkan Apo, bize böyle bir dil tavsiye ediyor.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.