Ya demokratik sosyalizm ve demokratik ulus ya barbarlık

Cihan DENİZ yazdı —

  • “Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır” anlayışıyla Kürtler, Roza Luxemburg’un izinden giderek aynı kararlılık ve inançla “ya demokratik sosyalizm ve demokratik ulus ya barbarlık” demektedir.

Bundan bir asırdan fazla bir zaman önce Rosa Luxemburg kapitalizmin geldiği noktayı tanımlamak için “ya sosyalizm ya barbarlık” demişti.

Gerçekten de Rosa Luxemburg’un dediği gibi oldu. İnsanlık kapitalizm eliyle tarihin tanık olmadığı bir barbarlığı yaşadı. İlk önce I. ve daha sonra da II. Dünya Savaşı’nda on milyonlarca insanın ölmesi, bu savaşlar sırasında doğrudan sivilleri hedef alan soykırımlar, toplu katliamlar, ki bunlar sadece bize ezberletildiği gibi Nazi Almanya’sı, Japonya ve benzeri ülkeler ile sınırlı olmayıp atom bombası ile bir günde on binlerce sivili öldüren Amerika, II. Dünya Savaşı’nın sonunda hiçbir askeri ve stratejik değeri olmamasına rağmen Dresden’i bombalayarak bir günde on binlerce sivili katleden Müttefikler de bu günahlardan azade değildir, faşist veya liberal biçimleri fark etmeksizin bir bütün olarak kapitalist düzenin insanlığa kan, gözyaşı ve acıdan başka sunabileceği bir şey kalmadığını göstermiştir.

Bugün de değişen bir şey yok.

Bugün de kapitalist düzenin halklara, ezilenlere kan, gözyaşı ve baskıdan başka verebileceği bir şey olmadığı her gün farklı örneklerle tekrar tekrar ispatlanmaktadır.

Dahası artık kapitalist düzen yalan söyleyip kendini olmadığı bir şeymiş gibi gösterme zahmetine bile girmemektedir.

Dün halkları, ezilenleri özgürlükler, haklar, demokrasi hakkındaki tüm o iddialı ama içi boş sözleriyle kandırmaya çalışan, ezilenlerin mücadelelerini bunlar ile saptırmayı hedefleyen liberal kapitalizmin, bugün gelinen noktada artık yüzüne taktığı tüm bu sahte maskeleri de attığından, artık insanlığa yalandan bile olsa, sunabileceği bir şey kalmamıştır.

Düne kadar kendini özgürlüklerin, demokrasinin kalesi olarak gösteren ülkelerden bugün kendinden olmayan, kendi gibi olmayan her şeye karşı düşmanlığı ve nefreti örgütleyen faşistlerin çığlıkları yükselmektedir. Nazi Almanyası’ndaki uygulamalar, adım adım “liberal” demokrasilerin günlük pratikleri haline gelmektedir.

Kapitalist düzen eliyle halklara dayatılan sistemlerin halklar için katliam dışında bir sonucu olmadığına Suriye’de bir kez daha şahit olmaktayız.

Kimlerin eliyle ve kimlerin desteğiyle birkaç gün içinde Esad rejimini “devirip” Şam’da iktidar koltuğuna oturan Şara yönetiminin Suriye’nin çok uluslu, çok inançlı yapısına ters tekçi ve inkarcı bir anlayışı dayatmaya çalışmasının sonuçları her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır. Bugün Süveyda'da Dürzilere karşı yeni Şam rejimi ve destekçileri tarafından “Bedevi aşiretler” olarak lanse edilen çeteler eliyle Dürzi halkına karşı gerçekleştirilen ve yüzlerce kişinin katledildiği saldırıların, ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack’ın “Kürtlere bir şey borçlu değiliz” ve “Suriye’de federal bir modele karşıyız” şeklindeki sözlerinden bağımsız olduğu düşünülemez. Bu sözler, Şam’daki yeni yönetim tarafından tekçi politikalarına adeta bir yeşil ışık yakması olarak değerlendirilmiştir.

Süveyda'da yaşananlar ilk değildir. Esad rejiminin yıkılmasının ardından Suriyeli Aleviler de benzer saldırılara maruz kalmış ve bu saldırılarda da çok sayıda kişi katledilmişti. Eğer gerekli adımlar atılmaz, önlemler alınmazsa bir sonraki hedefin Kürtler olmayacağını düşünmek saflık olacaktır.

Ama bu bir kader değildir. Yapılması gereken doğru adımları atmak ve bir alternatif yaratmaktır. Kendi bölgesel çıkarları için halkları, inançları birbirine kırdıran kapitalist düzene karşı tek alternatif, bu düzenin adeta yarı resmi dini olan milliyetçilik ve onun ete kemiğe büründüğü ulus- devlet anlayışı ile hesaplaşmaktır.

Eğer akan kanın durmasını istiyorsak, eğer halkların sadece kimliklerinden, inançlarından dolayı zulüm görmemesini istiyorsak bunun yegane yolu bu hesaplaşmayı yapmaktan geçmektedir. Bunları istemeyip ama bunların tam da kalbinde yatan milliyetçilik ve ulus devlet anlayışı ile hesaplaşmazsak aslında tam da kaçtığımız şeyi kendi ellerimizle yeniden üretmiş oluruz.

Abdullah Öcalan’ın 1999’dan beri en ağır koşullarda yaptığı tam olarak bu hesaplaşmadır. Abdullah Öcalan, aynı coğrafyayı paylaşan halkların birbirini rakip, kendi varlığını devam ettirmek adına ortadan kaldırılması veya en azından boyun eğdirilmesi, inkar edilmesi gereken bir düşman olarak görmesini vaaz eden ulus- devletçi anlayışa karşı tekçiliği değil, toplum içindeki çokluğu temel alan, farklı halk ve inançların kendi öz yönetimleri aracılığıyla birbirlerinin özgürlüklerini kısıtlamadan barış içinde yan yana yaşayabileceği bir anlayış olarak demokratik ulusu önermektedir.

Tüm olanaksızlıklara ve saldırılara karşı Kürtler başka halk ve inançlarla beraber yaşadıkları bölgelerde demokratik ulus anlayışının hayat bulmasının mücadelesini vermektedir. Buralarda Kürt, Türkmen, Arap, Ermeni, Nusayri ve diğer halk ve inançların kendi kimliklerini koruyarak ve kendi öz yönetimleri bizzat kendi sorunlarının ve yaşamlarının çözümü ve idaresinin öznesi haine gelmektedir.

Tam da bu gerçekten dolayı, dünyanın dört bir yanında kapitalizmin ötesine geçebilecek yegane gerçek alternatif olarak demokratik sosyalist bir alternatif arayışının en önemli merkezîlerinden biri haline gelmiştir. Kürtler, hakları tarih boyunca inkar edilmiş mazlum bir halk olmanın ötesinde yaşadıkları baskı ve inkarlara karşı sadece kendileri için değil, tüm dünya ezilenleri için de bir alternatif olabilecek bir modelin yaratıcıları olarak görülmekte ve tartışılmaktadır.

“Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır” anlayışıyla Kürtler, Roza Luxemburg’un izinden giderek aynı kararlılık ve inançla “ya demokratik sosyalizm ve demokratik ulus ya barbarlık” demektedir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.