Diller hapishanesinden diller mezarlığına

Cihan DENİZ yazdı —

  • Tekçi ulus devlet dayatmalarının faturasının en ağır olduğu, bir halklar ve diller bahçesiyken bir halklar ve diller mezarlığına dönüşmüş coğrafyaların başında Anadolu ve Mezopotamya coğrafyaları gelmektedir.

4 gün önce 21 Şubat’tı. 21 Mart 1952’de Pakistan yönetimine karşı kendi ana dillerinin de resmi dil olarak kabul edilmesi için Bangladeşli öğrenciler tarafından yapılan eyleme dönük müdahalede yaşamını yitirenlerin anısına UNESCO’nun kararıyla 2000 yılından beri kutlanan Dünya Anadil Günü.

Kutlanıyor diyoruz ama ortada kutlanacak bir şey kaldı mı diye de kendimize sormalıyız. Kapitalizmin ve tekçi bir anlayışı topluma dayatan kapitalizmin asli siyasi biçimi olan ulus devlet altında dünya genelinde diller birer birer ortadan kalmaktadır. UNESCO tarafından hazırlanan rapora göre dünya üzerindeki yaklaşık 6,000 dilden 2,500’ü kaybolma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Türkiye içinse bu rakam 18’dir. Şu an için kaybolma tehlikesinde olmayan ama bir şey yapılmazsa çok kısa sürede o noktaya gelecek diller de düşünüldüğünde tablo çok daha acı bir hal almaktadır.

21 Şubat, bir kutlama değil yas günü olmalıdır. Dünya üzerinde kaybolan her dille beraber insanlığın teknolojik, bilimsel olarak ne kadar ileri giderse gitsin, kültürel olarak ne kadar fakirleştiği, üzerinde yaşadığımız dünyanın ne kadar çoraklaştığı gerçeğinin tüm ağırlığı ile yüzümüze çarpıldığı gündür, 21 Şubat. Fakat bu yas bir melankoliye dönüşmemelidir. Tersine, bu yas, sahip olduklarımızın değerini ve bunları korumak için ne kadar büyük bir mücadele verilmesi gerektiğini bize hatırlatmalıdır.

Ama kaybolan sadece diller değildir, dillerle birlikte halklar, kültürler ve dünyayı anlama ve anlamlandırma yolları da kaybolmaktadır. Bir halkı halk yapan en temel özelliklerin başında dili gelmektedir. Dili ile bir halk düşünür, yaşadığı dünyayı anlamlandırır, onu değiştirir. Dili ile bir halk “kendisi olarak” başka halklarla ilişkiye girer. Bu iletişim içinde hem değişir hem de değiştirir. “Kendisi olarak” çok önemlidir, çünkü ancak bu şekilde bir halk kendi dışında yaşayan halklarla kurduğu iletişim içinde kültürel olarak zenginleşir ve gelişir. Tersi bir durumda yani “kendisi olarak” değil başkasının dilinin kullanarak ve kendine yabancılaşarak girdiği ilişkilerde ise - bugün birçok halkın yaşadığı durum da budur aslında- dilini, kültürünü ve bir bütün olarak kimliğini adım adım kaybeder; Dolayısıyla, bu “kendisi olmak” halinin en olmazsa olmaz şartı dildir. Dil, onun kurduğu anlam dünyası bir halkın kendini bir halk olarak var edebilmesinin en asgari koşulur. Bundan dolayı da, kendi dilini konuşmayan, konuşamayan, bir insan topluluğunun bir halk, olarak varlığını sürdürmesin imkanı yoktur.

Tam da bu gerçekten dolayı, her konuda kendine tekçiliği rehber edinen ve ideolojisi milliyetçilik olan ulus devlet anlayışının ilk hedeflerinden biri de halkların anadilidir. En demokratik görünenler de dahil ulus devletler egemenlik kurdukları coğrafyaları ilk önce bir diller hapishanesine çevirmektedir ve süreç içinde bu hapishane bir diller mezarlığına dönüşmektedir. Her ulus devlet, diller ve halklar mezarlığı üzerine inşa edilmiş bir soykırımcı yapıdır. “Ulusal” birliğini sağlamasının ardından “İtalya’yı kurduk sıra İtalyanları yaratmakta” denilen İtalya ve 1789 devriminin hemen sonrasında vatandaşlarının yarısının bile Fransızca konuşmadığı Fransa örnekleri ulus devlet anlayışının özünde yatan bu tekçiliğin, inkarcılığın, asimilasyonun ve son kertede soykırımcı zihniyetin çeşitli tarihsel örneklerde görünen sapmalar değil; tam tersine ulus devlet anlayışının ontolojik gerçekliği olduğunu tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.

Ama tabii ki bu kadar uzağa ve geçmişe gitmeye gerek yok. Tekçi ulus devlet dayatmalarının faturasının en ağır olduğu, bir halklar ve diller bahçesiyken bir halklar ve diller mezarlığına dönüşmüş coğrafyaların başında Anadolu ve Mezopotamya coğrafyaları gelmektedir. Sayısız medeniyete, sayısız halka vatan olmuş, doğasıyla onları hayat vermiş, onların dilleriyle, kültürüyle zenginleşmiş bu coğrafya, halklara dayatılan ulus devlet deli gömleği ile birlikte bugün gelinen noktada kültürel açıdan tam bir çöle dönüşmüş durumdadır. Üzerinden çok da zamanın geçmediği bir tarihte sokaklarında farklı farklı dilin çınladığı kentler bugün sessizliğe bürünmüş durumdadır. Türkiye’de yaşanan kültürel çölleşme ve kirlenmenin tekçi inkarcı anlayışın baskısıyla dillerle beraber o dillere ait kültürlerin de ortadan kalmasından bağımsız olduğu kim söyleyebilir? Tam da bu coğrafyanın kültürüne rengini veren diller artık bu coğrafyada konuşulamadığı için her açıdan fakirleştik.

Buna karşı yapılması gereken ise aslında hiç de karmaşık değil; tekçiliği esas alan ulus devlet anlayışına karşı toplumdaki çoğulluğu, farklılığı esas alan demokratik ulusun inşası için bir radikal demokrasi mücadelesi vermek. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.